‘TEŞHİS’
Böyle bir yazı yazıp yazmamak konusunda, yaşım (tecrübem), sosyal statüm, entelektüel düzeyim ile ilgili olarak haddimi aşıp aşmamak konusunda bir hayli düşündükten sonra, sade bir vatandaş olmanın verdiği güç ve cesaretle, herhangi bir siyasi oluşum, tarikat, cemaat vs taraftarı olmayıp ve bunlarla ilgili herhangi bir denge koruma endişesi yaşamadan, bir vergi mükellefi, hayırlı evlat yetiştirmeye çalışan bir baba, ve yaşadığı şehre vefa borcu olan biri olarak bu hakkı kendimde buldum.
Bu yazının gerekçesi; son yıllarda yaşadığım şehrin sokaklarında hemen hemen her gün işlenen cinayet veya yaralama olayları, bitmek bilmeyen ‘uyuşturucu tacirleri yakalandı’ haberleri, trafikte sırf yol vermedi bahanesiyle belki de ilk defa karşılaşan ve birbirlerini hiç tanımayan insanların kavgaları, reyting rekorları kıran sabah kuşağı programlarında boy gösteren hemşerilerimin dramları, kamu bütçesinden trilyonlarca liralar harcanarak yapılan park vb. yerlerdeki hunharca kullanılan banklar, spor aletleri ve tabi ki çuvallar dolusu çekirdek kabukları, babalarını vuran oğullar, oğullarını vuran babalar…
Kısacası şehrim bana, bir vatandaş olarak huzur ve güven vaat etmiyor artık. Bunların sebeplerini düşündüğümde ise bu şehirde yaşayan insanların yaşadıkları şehre dolayısıyle de ülkeye kendilerini yeterince ait hissetmemeleri ve bundan dolayı sosyal yaşam becerisi kazanamamış olmaları, aklıma geliyor.
Aşağıda bazı başlıklar altında toplama çalıştığım konular hastalığın tedavisinden ziyade teşhisi ile ilgilidir. Malum iyi bir tedavi uygulanabilmesi için öncelikle iyi bir teşhis gereklidir.
1- GEÇMİŞİNİ UNUTMAK:
Bize okullarda hep Batının rönesansını (Yeniden Doğuş) anlattılar. Rönesans ortaçağ Avrupa’sının sosyal yaşam becerisini neredeyse tamamen bitmesi ve bu durumun artık değişmesi gerektiğine inanan özellikle de burjuva sınıfının gayretleriyle ortaya çıkmış ve toplumun yeniden bilim sanat ve kültür faaliyetleriyle bir gelişmişlik düzeyi yakaladığını göstermiştir. Fakat benim şehrimde ortaçağdan çok daha önce yine burjuva sınıfı kurdukları vakıflarla toplumun bu ihtiyaçlarını zaten gidermektedir. Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk’un eseri ‘Fatih Devrinde Karaman Eyaleti Vakıfları Fihristi’nde de görüleceği üzere çok sayıda vakıf döneminin zenginleri ve devamında aileleri tarafından finanse edilmiş ve toplumsal hayatta bir denge kurmayı başarmıştır.
Sosyal hayatın, yani bir arada uyumlu ve sorunsuz bir şekilde yaşama becerisinin geliştirilmesi ihtiyacı, sadece günümüze has bir mesele değildir. Geçmişteki vakıfların, sokak hayvanlarının bile ihtiyaçlarını gidermekle kendilerini sorumlu hissettikleri ve sadece bunun için bile örgütlenebildikleri halde bu gün aynı geleneği sürdürdüklerini iddia eden vakıfların hayırda yarışacakları, toplumda birleşmeye önderlik edecekleri yerde, ayrışmanın, ötekileştirmenin başını çekmeleri geçmişteki amaçlardan ve manalardan ne kadar uzaklaştığını göstermez mi? Geçen yıl üniversitede kutlanan bahar şenliklerine bana göre hiç de yerinde olmayan bir tepki verildi. Tepkiyi veren STK üniversiteyi ahlaksızlıkla suçladı. Ben gitmedim görmedim ama görmesemde hemen aklıma şu detay geldi. Sözkonusu STK acaba bu ahlaksızlıkla eleştirdiği gençler için ne yaptı. Onlara daha öncesinde kucak açtımı ? Bir yemek ısmarladı mı? Onlar için bir seminer, söyleşi vs düzenledi mi? İşte bu yüzden bu verilen tepkiyi riyakar görüyorum. Toplumsal hastalığımız haline gelen ‘çamur at, izi kalsın’ mantığıyla verilen bir tepkiydi ki kamuoyunda da bir karşılık bulmadı.
Resim 1: Osmanlı Döneminde Sokak hayvanlarını beslemekle yükümlü vakfın faaliyeti.
Bu örneği sadece güncel olduğu için ve toplumsal hayatta bir denge sağlaması gereken STK ların nasıl amacından uzaklaştığını örneklemek için verdim. Ama maalesef toplumda kanaat önderi uzlaşmacı, birleştirici olması gereken kurum, kuruluş, dernek, vakıf, siyasi oluşum, cemaat ve toplulukların tek derdi bürokraside köşe kapmaca oynamanın ötesine geçememiştir. Bürokrasi devletin mekanizmalarının doğru düzgün işlemesi için uzman ve ehliyet sahibi kişilerin görev alabileceği teknik bir alan iken, bahsettiğim şekilde yozlaşmış ve liyakatten uzaklaşmıştır.
2 SİYASİ KUTUPLAŞMA :
Son günlerde gündemden düşmeyen bir organize suç örgütü liderinin açıklamalarında sıkça kullandığı bir hedef kitle var. Diyor ki ‘ 40 yaş altı Kardeşlerim… ‘bence bunu bir strateji gereği yapıyor. Bana göre de yerinde bir tabir, çünkü kendi yaşım gereği de biliyorum ki siyasal düşünce yapısı olarak toplum yaş farklılıkları gereği ayrılmakta. 40 yaş üstü kesim 12 Eylül ve öncesini yaşadığı veya tanık olduğu için bu travmanın etkisiyle, hala bilinçaltlarında her konuda siyasi bir refleksle davranıyorlar. 80li yıllarda kutuplaşan vatandaşlar o zamandan bu yana sürekli birbirlerinden rövanş alma duygularını taşıyarak siyasete yön vermekte. Ama bu esnada belki de farkında olmadan sebep oldukları bu kısır döngü siyasetin düzeyini, kalitesini, nezaketini bir hayli zedelemiştir. Çünkü bu rövanş alma durumu ile yapılan her eylem ve bu rekabet bundan beslenen bir sitemi doğurmuştur. ‘Savaşta herşey mübah’ mantalitesiyle yapılan siyaset birçok ahlaki değerin yıpranmasına sebep olmuş ve bu durum sokakta da karşılığını bulmuştur. Liderler de bu kavgada kazanan taraf olmak için sürekli ateşe körükle gitmişlerdir. Hâlbuki şehrimin vekili de başkanı da seçildikten sonra artık ona oy veren veya vermeyen herkesin vekili ya da başkanıdır.
Gelelim 40 yaş altı vatandaşlara. Bu grup 40 yaş üstü gruba göre siyasal alanda kavgacı bir tutumları olduğunu düşünmüyorum. Zaten bu gurubun siyaset, ideal, aidiyet gibi bir derdi de yok. Bu grup daha bireyci, daha bencil, ona dokunmayan yılan bin yaşasın mantığında ve en büyük ideali popülerlik ve para. Hani hep Türkiye ekonomisi konuşulurken birileri der ya ‘telefonunu göster…’ Bu durum bana 40 yaş altı için düşündüğüm şeylerin doğru olduğunu kanıtlıyor. Çünkü onlar aç kalabilir, ailesi ekonomik olarak çok zorda olabilir, ama asla popüler kültürün getirdiği akımlardan vazgeçmez. Marka giyer, en iyi telefonu kullanır, babasına kredi çektirip araba aldırır, en ciks kafelerde takılır. Ama bu yaşam tarzını yaşamak için kendine bulduğu çözüm yolları çoğu zaman onları bir hüsrana sürükler. Kolay yoldan para kazanmak için ya bahis sitelerine dadanır, ya madde satar, ya da mafyatik işlere kalkışır haraç keser gasp yapar, ya da fuhuşun içine düşer.
Bütün bunları göz önüne aldığımızda siyasetten veya siyasilerden beklentim şudur. Bize 7 düvele karşı kurtuluş savaşını kazandıran bir ruh vardı. Kuvayi milliye ruhu. Bu ruh bütün toplumu tek bir yürek yapabilmişti. Her siyasi görüşten, her cinsten, her yaştan, her ekonomik düzeyden, her sosyal statüden insanlar tek bir payda da yani vatanseverlikte birleşebilmişdi. Bunun sonucunu ve nimetini şimdi biz yaşıyoruz. Ama bu emaneti bizde sonrakilere akatarabilecekmiyiz endişeliyim.
Şehrimin yönetiminde söz sahibi olanlardan şahsen beklentim şudur. Seçildikten sonra sadece sizi seçenlerin vekili ya da başkanı olmayın, daha kapsayıcı, uzlaşmacı bir üslupla memleket meselelerine çözümler üretin. Karaman bu konuda maalesef çok şanssız. Birbiriyle en uyum içinde olması gereken kurumlar sebebi nedendir bilinmez başlarındaki kişilerin kavgalarından dolayı iş üretemiyorlar. Ya da olması gereken kadar üretemiyorlar. Ama bu husumetin toplum bazında verdiği zararı hesap etmeleri gerekmez mi ? Vicdan ve sorumluluk sahibi her vatandaş özellikle kamu hakkı söz konusuysa kişisel husumetini bir kenara bırakmalıdır. Özellikle bizim gibi küçük şehirlerde tam merkeziyetçi ve biat kültürüyle siyaset yapmak bana göre hem gereksiz hem de zararlıdır. Örneğin bu şehirde yapılacak bir kitap fuarına gelecek olan yazarların seçiminde bile genel merkeze sormaya ihtiyaç yoktur. Zira toplumdaki beklenti sadece liderin siyasi görüşüne göre şekillenmektedir. Azınlık ta olsa ötekileştirilmemesi gereken bir grupta olabilir. Buradaki tek kıstas vatanın bölünmez bütünlüğüne tehtit oluşturmamasıdır. Çünkü bu yok sayılamaya çalışılan ( Muhalif ) insanlar da vatandaşlık hakları gereği herkes gibi eşit haklara ve sorumluluklara sahiptir. En basit anlatımıyla onlarda bu devlete vergi veriyor, askere gidiyor, kamu görevinde ise memuriyetini yapıyor. Zaten ideal demokrasinin gereği budur.
3- SEVME FETİŞİZMİ
‘Sevmek eylemi’nin tek bir tarifi olsaydı günümüze kadar süregelen bir çok şiir, roman, hikaye olmazdı. Yani tek bir sevme biçimi olsaydı demek daha doğru olur galiba. Bana göre sevmek zâhiri (görünürdeki, görünen.) bir eylem olmanın ötesinde, bâtıni ( gizli olan, bir şeyin gerçeği, iç yüzü) bir eylemdir. Demem o ki sevmek eyleminin binbir türlü şekli olabilir. Bu sebeptendir ki ‘seviyor olmayı’ ifade biçimleri de bir o kadar farklılıklar gösterebilir.
Fakat seviyor olma meselesini bir fetişist eyleme dönüştürmek bana göre günümüzün en büyük hastalıklarından biridir. Adam karısını çok ama çok sevdiği için öldürebiliyor. Vatanını çok sevdiğini söyleyen birisi, vatanını farklı bir sevme biçimi ile ifade edeni rahatlıkla hain ilan edip kurşun sıkabiliyor. Ve neden bunu yaptığı sorulduğunda göğsünü gere gere ‘vatan için’ diyebiliyor.
Sevmek eyleminin daha toplumsal yanı olan ‘memleket sevdası’ ifadesi ancak asgari müştereklerde (Herhangi bir konuda farklı düşüncede olanların anlaşabilmeleri için gereken en düşük ortak nokta, ortak payda) buluşabilmektir bana göre. Biri memleketin taşını toprağını sever, diğeri kültürünü sever, biri elmasını buğdayını sever, diğeri meczubunu, velisini sever. Bütün bunlar ortak bir payda da buluşunca kümülatif bir değer kazanır. Ancak o zaman memleket adına bir fayda sağlanabilir. Ortak bir duruş sergilenebilir.
Bir şehirde onlarca farklı dinamik, köy, mahalle, kasaba vs. vardır. Her biri kendi içinde farklılıklar ve özgünlük taşırlar ve orjinaldirler. Bütün bunların tek bir payda etrafında toplanabilme becerileri şehrin kimliğini oluşturup bir mana kazanabilir. Ancak o zaman şehrimiz bizim şehrimiz olur ve orda yaşamaktan mutlu, huzurlu olur ve kendimizi şehrimize ait bir birey olarak hissedebiliriz. Ancak o zaman şehrin sokaklarında başı dik ve gülümseyerek dolaşırız.
Devamı gelecek…
YORUMLAR