Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Vahap Candan

“Evren Çukuru”nda Bir Gece

Anı-Öykü

“Evren Çukuru”nda Bir Gece

Çağşaklı ve yer yer derin çukurlarla dolu yayla yolunda yavaş yavaş ilerlerken, mekanik aksaktan gelen metalik seslerle birlikte aracın motoru aniden durdu. Yakup abi el frenini çektikten sonra içinde; “krank mili, aks” ve benzeri sözcükler geçen uzun bir cümle kurdu. Burnundan solumasına rağmen arabadan inmek istemiyor gibiydi ya da inmek için acele etmiyordu. Durumun iyi olmadığını, 55 model jipin arıza yaptığını zaten anlamıştım.

Rahmetli Yakup Demirer, ömrünün yarısını dağlarda geçirmiş; maden işletmeciliği yapmış idealist bir mühendisti. Madenciliği tam olarak bırakmış değildi aslında. Aşağı yukarı 20 yıldan bu yana maden işletmiyordu ama dağlardan bir türlü kopamamıştı. Dağlarda kamp kurarak veya ıssız yerlerde çobanların, sürüsüyle birlikte sığınmaları için yapılan “çobansalık”larda da gecelediği olurdu. Canlı cansız; dikkatini ne çekiyorsa ilgilenirdi ki, asıl ilgi alanı yeryüzü şekilleri, mineraller, taşlar, kayalardı. Madencilik bağlamında önemli gördüğü ve incelenmesi gerektiğine kanaat getirdiği yerler hakkında rapor tuttuğu ve MTA’ya gönderdiğini de onu yakından tanıyanlar bilir. 90’lı yıllarda Orman bölge müdürlüğüne birlikte bir rapor hazırlamış ve elden teslim etmiştik. Ayrancı Barajı’na yağmur sularıyla gelen balçığın önemli bir kısmının azaltılması için, nerede ve ne yapılması gerektiğini inceleyen bir rapordu. Rapora göre, yerini belirlediğimiz 300 hektarlık bir alanda ağaçlandırma yapılması yeterli olacaktı. Bir Mayıs sabahı mesai başlar başlamaz raporu birlikte teslim etmiştik. Aynı yıl sonbaharda sözünü ettiğimiz yer ağaçlandırılmaya başlayınca çok sevinmiştik. Bu olay hayatımda ciddi bir etki yarattı. Tamam, vatanımızı seviyoruz; yeri gelince bunu haykırarak söylüyoruz ama vatan bilinci, vatandaşlık bilinciyle beraber olursa, zannediyorum yurdumuz daha bayındır; milletimiz daha huzurlu, mutlu ve refah ve de barış içinde olur. Tabi önce üstümüze düşen, görevimizi layıkıyla yapmaya çalışmak. Zaten öyle yetiştirilmiştik. Kamu malı ve kaynaklarına zarar vermenin kul hakkı yemek olduğunu anlatırdı büyüklerimiz. Tabi o zamanlar vatanseverlik ve milliyetçilik duygu ve düşüncelerinin müsamereleştirilmediği zamanlardı. Aynı siyasi parti içinde birlikte siyaset yapan ve birbirlerine “hain” diyenlerin; sonra birbirlerinin yüzüne hiçbir şey olmamış gibi bakacakları söylenseydi, zinhar inanmazdık. İşte o rapordan sonra ben de dilekçeler yazmaya başladım. Zaman zaman Vakıflar Genel Müdürlüğü, Karayolları Genel Müdürlüğü gibi kuruluşlara raporlar gönderdim. En azından cevap verdiler; başvurumu dikkate aldıklarını belirttiler. Raporlarım, ata yâdigarı çeşme, köprü, han vb yapıların tescili, korunması ve restorasyonuna ilişkindi.

Yakup abi, kaputu kapattı ve başını sağa sola çevirerek “geceyi burada geçireceğiz. Sabah gün ışımadan kalkıp, yürüyerek en yakın köye ulaşırız. Bu arada uzakta bir traktör görürsek kendimizi ona göstermeye çalışacağız” dedi. Ekim ayının son günleriydi. Yaylada yazlayanlar dönmüştü. Bu mevsimde traktör geçmesi çok zayıf bir ihtimaldi. Aslında hedeflediğimiz yere 3-4 km kalmıştı. Sadece adından dolayı orayı görmek istemiştim. Göynelti idi muhitin adı. Gerçi yer hakkında bazı bilgilerim vardı ama “Göynelti” sözcüğünü ilk defa duymuştum. Yola çıkmadan önce sözlüklerde aramış; yanık yer” anlamında söylenmiş olabileceğini düşünmüştüm. Göynük adında bir de ilçemiz var Bolu’da. Göynümek ifadesini de Yunus Emre şiirinden dolayı biliyorduk. “Şu dünyada iki şeye/Yanar içim; göynür özüm/Yiğit iken ölenlere/Göğ ekini biçmiş gibi!”

Bazan kendi özümüzle zaman zaman da birlikte sohbet ederken gözlerimizle etrafı taramayı sürdürüyorduk. Ki, taşlı yoldan bir eşeğin bize doğru yaklaştığını gördük. Başı öne eğikti. Ve ince ayaklarını, keskin kenarlı sivri taşlara basmamaya dikkat edişinden olsa gerek bizi henüz fark etmemişti. Ya da umursamamıştı. Belliydi ki eşek, doğru kendi yaşadığı yere gidiyordu. İnadı tutmuş ve yaylada kalmış olmalıydı. Beş-on gün özgürlüğün tadını çıkardıktan sonra eve dönmeye karar vermişti, kışın yaklaştığını ve kurtların yavaş yavaş keşif gezileri yapmaya başladıklarını fark etmişti. Ama kurtlar, ihtiyaçları olmadığı için saldırmamışlardı; sakatlanmış halde görselerdi saldırabilirlerdi belki.

Eşeğin buradan geçmesinin, bizim için büyük bir şans olacağını düşünemezdim. Sahibi iyi cesaret etmiş bırakmış, ya kurtlar parçalasaydı? İçimden Hayır hayır, bu mevsimde kurtlar buralara kadar yaklaşmazlar gibi yorumlar yaparken eşek yanımıza geldi ve durdu. Bu arada Yakup abi harita metot defterinden yırttığı sayfaya (yanında harita metot defteri taşırdı mutlaka. Çizim ve notlarını bu deftere yapardı.) bir not yazdı. “EPS mektup göndereceğiz, yarın kuşluktan önce bir traktör gönderileceğini düşünüyorum” derken mektubu küçük bir bez torbanın içine yerleştirdi ve örk ipi denilen iple oracıkta yaptığı yuları eşeğin boynuna geçirdi. Eşeğin üzerinde palan veya heybe yoktu. Torbayı yuların ense kısmına, eşeği rahatsız etmeyecek şekilde; daha doğrusu torbayı görmemesini esas alarak bağladı. Daha önce eşekle hiç mektup göndermediğini, ancak mektubun büyük ihtimalle sahibi tarafından okunacağını ve böylece “eşekli posta servisinin” (EPS) tarihe geçeceğini ifade edince gerginliğinin azaldığını anladım. Ona göre eşek kesin köyüne; yuvasına gidiyordu. Muhtemelen sahibinin daha önce verdiği arpa kırıntılarını aklından çıkaramıyordu. Eşeğin yüzünü okşadıktan sonra boynuna bir şaplak atınca harekete geçti ve aşağıya doğru yürümeye başladı. Birlikte, gözden kayboluncaya kadar onu takip ettik.

Çadırlarımızı kuracak uygun bir yer bulmalıydık. Kuzeye kapalı olmalıydı. “şu gördüğün çöküntüye ‘Evren Çukuru’ derler” deyince heyecanla işaret ettiği yöne baktım. Çat köyü halkının çökme nedeniyle oluşmuş bu çukura “Evren Çukuru” dediklerini öğrenince; yani adından dolayı heyecanlandım. Sırt çantalarımızı yüklenip çukura doğru yürümeye başladık. Sabah güneş doğar doğmaz kalkmalı; etrafı ve kayalıkları incelemeliyim diye düşündüm. “Buraya evren çukuru adını vermişse halk, büyük ihtimalle “ejderha” ile ilgili bir rivayet olmalıydı, çünkü kadim Türkçede Ejderhaya evren dendiğini biliyordum. Evren’i ejderha anlamında kullanan yaşlılar tanımıştım. Çok büyük yılanlara “evren” ya da “evren gibi” denildiğine de tanıklığım olmuştu Toros dağlarındaki gezilerimde. Ejderha ise Farsça’dan dilimize ödünçtü. Toroslarda yaşayan yörükler ejderhaya hala “evren” diyorlardı. Tabi, “Evren” deyince aklımıza önce eş anlamlısı olan “kainat” geliyor. Doğrudur. Ancak kadim Türkçemizde “evren” sözcüğünün iki anlamı olduğunu biliyordum: Birincisi Evren; (kainat, kozmoz) ikincisiyse ejderha. Yakup abiye düşüncelerimi anlattım. Halk kültürüne meraklı biriydi zaten; duyduklarını anlattı. “Anlatıldığına göre, eski zamanlarda bir çoban çok büyük bir yılan görmüş bu alanda. Yılanın iki boynuzu varmış. Çukurun içinde ulu bir ardıç ağacına dolanmış halde etrafı gözetliyormuş. Çoban hiç vakit kaybetmeden sürüsüyle birlikte oradan uzaklaşmış. Hatta rivayete göre, sürünün yakın çevresinden kuş dahi uçurtmayan iki çoban köpeği, devasa yılana çekinerek bakmış ve hiç tepki göstermemişler.”

Çadırlarımızı kurarken Yakup abi, Evren Çukuru denen yerin karstik alanda yaşanan çöküntü ile oluştuğunu anlattı. Aklımda kaldığına göre yer altında akan dere ya da durgun su birikintilerinin yarattığı aşındırma nedeniyle Toroslarda çok sayıda çukurlar/obruklar oluştuğunu; Silifke’de cennet-cehennem olarak anılan iki obruğun en çok tanınanı olduğunu söyledi. Konya Obruk Platosundaki mavi sularıyla yerin gözüne benzetilen obrukların da benzer şekilde meydana geldiğini belirtti. Karapınar-Ayrancı arasında son yıllarda meydana gelen çöküntüleri sordum. Derin bir off çekti, “Şu arazide haritaların üzerinde gördüğümüz münhanilere benzeyen yolaklar niçin oluştuysa, ovada meydana gelen çöküntüler de aynı sebeple ; doğadan bilinçsiz ve aşırı şekilde, hırsla faydalanma yüzünden. Görüyor musun, zamansız ve aşırı otlatma yüzünden birbirine paralel patikalar oluşmuş! Yeraltı sularının bilinçsiz ve aşırı kullanımı sonunda ise jeolojide tavan çökmeleri denilen çökmeler oluşuyor. Aslında bu obruklar, su başta olmak üzere, “en az zararı vererek” doğadan faydalanmamız gerektiğini ve hatta bu anlamda, gecikmekte olduğumuzu söylüyor.

Bir ay kadar önce Karaman’ın Ayrancı ilçesi Böğecik-Ambar köyleri arasında yeni bir obruk oluştuğu haberini gazetelerde okudum. Rahmetli Yakup abiyle olan Evren Çukuru maceramızı bu nedenle hatırladım sanırım. Macera nasıl mı bitti? Evren Çukuru’nu gündüz gözüyle göremedim. Daha çadırlarımızı henüz kurmuşken, üstünde iki kişinin yer aldığı, römorklu bir traktör çıktı geldi. Sanırım o güzel hayvan kestirme yoldan gitti Çat köyüne. Traktörle gelen arkadaşların söylediğine göre eşek, Evren Çukuru’ndan köye yirmi dakikada ulaşıyordu. Biz ise traktörle iki buçuk saatte ulaşacaktık.

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Reklamı Geç