Hayır, dedim, iyiler. Yüzüme boş boş baktı. Birşeyler daha söylememi bekler gibiydi. Sonunda dayanamadı, döndü, gitti. Ben, çocuklardan birini daha yatağına götürdükten sonra, bizim evin sessizliği müthiş arttı; ne sinir bozucu şeymiş şu sessizlik…
Ren’den geçen vapurların artık sadece motor-sesleri değil, suların dalga sesi bile duyulur oldu. İşte bak, bir yerlerde ilâhi söyleniyor; en az üç sokak ötede olmalı; sesler boğuk.. Büyük oğlan âniden başını kaldırdı; pür dikkat kesildiği birkaç saniyenin ardından fısıldadı:
“Kardeşlerimden biri ağlıyor!”
Dikkat kesildik; hayır, bizim evin içinde sinek bile vızıldamıyordu. Ama çocuk yanlış duymamıştı; birileri ağlıyordu ve bizden de pek uzakta olmamalıydı. Zira mırıltılar hece hece anlaşılabilecek kadar netti. Biraz daha kulak kesilince sesin sahibini, hepimiz aynı anda tanıdık. Bayan Stein’dı bu..
“Oh tanrım… “ diyordu sık sık. Sesi giderek yükselmeye, hıçkırıkları içime oturmaya başladı. Vakit neredeyse gece yarısıydı.
“Hastalandı mı yoksa?.. diye söylendi eşim, “gidip baksak mı?”
Olur mu canım.. dedim, dua ediyordur belli ki!
Sustuk; ama o susmadı. Acılı, yürek eriten bir sesle ağlamaya devam ediyordu. Sonunda gidip bakmaya karar verdim. Aşağıya indim. Zilini çalacağım sırada, karşı dairenin kapısı açıldı. Bay ve Bayan Kaminski’ler misafirlerini uğurluyorlardı. Onların, da fikrini almak için bekledim. Misafirleri çıkınca, başımla Bayan Stein’in kapısını göstererek:
“Saatlerden beri ağlıyor…” dedim.
Karı-koca, kılları bile kıpırdamadan omuzlarını çektiler, bana “iyi bayramlar..” deyip kapılarını örttüler. Donup kalmıştım. İçimden, “onları ilgilendirmeyen şey, beni niçin ilgilendirsin..” diye geçirdim. Dönmeye niyetlendim ama yapamadım. Bayan Stein’ın sesi, şimdi çok daha yakınımda, sanki anamın sesi gibi içimde titriyordu. Kimbilir, benim zavallı anacığım da o güzelim bayram günlerini ardımızdan gözyaşı dökerek geçiriyordur. Artık daha fazla tereddüt etmedim, zile bastım. Kadıncağız ayak üstünde miydi bilmem, kapı hemen açıldı.
Bayan Stein.. dedim, rahatsız mısınız?
Cevap, ateş parçası gibi geldi:
“Hayır Bay Türk, yalnızım, kimsesizim, öksüzüm!”
Omuzuma atılmış, sarsıla sarsıla hıçkırıyordu.
Bize gidelim.. dedim. Hiç itiraz etmedi. Başı omuzumda, yürüdük. Sesi duvarlara çarpıp yankılanıyor, ortalığı vâveylâya boğuyordu. Bizim uyuyan çocuklar bile yataklarından fırlayıp geldiler de, komşulardan hiçbirisi bu yaşlı, acılı sese kulak vermediler. Oturttuğumuz koltukta onu bir süre kendi hâline bıraktık. Ağıtlanıyor, ömrünü dünden bugüne hikâye ediyordu:
Bomba yağmurunun altında bile terketmemişti çocuklarını. Başkaları, canlarının derdine düşüp kundaktaki çocuklarını terkedip kaçarlarken bile o, oğlunu ve kızını omuzlarından yere indirmemişti hiç. Cepheden dönmeyen kocasının yerine onlara baba olmuştu. Tarlalarda, inşaatlarda, fabrikalarda erkekler gibi çalışmış, her ihtiyaçlarını karşılamıştı. Gerçi savaş sonunda adam kıtlığı vardı ama, o isteseydi, o güzelliği ile koca bile bulabilirdi. Ama çocuklarına kıyamamıştı. Okutmuştu onları. Oğulu makinist olmuştu, kızı eczacı. Onlar da ana-babaydı şimdi; ama bizim de anamız var, demiyorlardı işte.
Gözyaşları tükenip hıçkırıkları yatışınca bize de sitem etmekten geri durmadı.
“Çocukların sesiyle avunurum diyordum uzaktan uzağa, tam gününü buldunuz onları susturmanın!”
Ah, biz neler düşünmüştük oysa.. Anlattım. En çok, “geleniniz gideniniz olur” sözlerine takıldı kafası.
Sordu:
“Sizde öyle midir?”
Evet.. dedim, “bizde hiçbir bayramda kimseyi yalnız bırakmazlar…”
“Kimsesi yoksa bile mi?”
Evet, kimsesi yoksa bile.. Aksine o tür kimselerin misafiri daha çok olur. Birkaç ay yetecek kadar bol yiyecek getirilir onlara.
Pek inanamadı. Eşim kaşıgözüyle bana işaret ediyordu. Haklıydı. Bu tür sözler ona yalnızlığını daha fazla düşündürmekten başka neye yarardı ki! Ama o hiç alınmadı.
“Ah..” dedi sadece, “bizde başkadır bu işler! Eğer seni ziyaret edenlere çok daha değerli armağanlar veremeyeceksen, işte böyle kimse çalmaz kapını. Hatta çarşıya-pazara giderken çocuğunu bana bırakanlar bile uğramazlar böyle günde…”
Bizim böyle sesli sesli konuşmamız, çocuklara ültimatomumu unutturmuş; salonun altını üstüne getirmeye başlamışlardı. Her zamanki gibi! Hatta zaman zaman Bayan Stein’ın üstüne bile atıldıkları oluyordu. O gürültü arasında, yukarıdan ikaz edildiğimizi duymadık. Ama, her adım atışında âdeta binayı sallayan fil irisi Bayan Tinnen kapımızın zilini uzun uzun çalınca, hemen içeriye, çocuklara seslendim.
“Susun bakayım! Bakın Bayan Tinnen rahatsız oluyormuş!..”
Vay, sen misin bunları söyleyen!
Bayan Stein önde, bizim çeri arkada, kapının önüne yarıştılar. Bayan Stein, eli belinde, kükredi:
“Nedir?”
İri-yarı komşumuz, bana söyle- diklerini ona da tekrarladı.
“Ahd-i Atik okuyoruz, ibadet ediyoruz, rahatsız oluyoruz gürültüden…”
Ben yeniden özür dilemeye davranırken, Bayan Stein kapının kanadını kavradı, karşıdaki kadının yüzüyle bir savurarak öyle bir küfretti ki, benim yüzüm kızardı.
“Defol..” diye bağırdı sonra, “ibâdetiniz batsın sizin. Bir daha ağzını aç da göreyim…”
Kapanan kapının ardında kalan kadının ne yaptığını bilmiyorum ama ben çok güç durumda kalmıştım. Yarın yüzyüze gelince ne diye- cektim bu kadına. Bayan Stein’a bunu söylediğimde, elini salladı:
“Ah siz şarklılar.. “ dedi, ne kadar saf insansınız. “Demek mahallelinin sahte dostluğuna inanıyorsunuz ha! Yirmi yıldır buradayım, sizin gibi yabancıların ve biz kimsesizlerin cenaze merasimine katılmış bir tek mahalleli görmedim ben…”
Bizim en küçüğü kucağına aldı.
“Kalkın çocuklar…”dedi sonra, “benim evime gidelim, yiyecek çok şeyler var.
Eşimin şaşırmış bakışlarını görerek söylendi:
“Biliyorum kadın, domuz eti yok bende. Rahatına bak sen!”
Gittiler. Az sonra aşağıdan arı kovanı uğultusu sökün etti. Karı koca, birbirimize bakıp kaldık. Gurbeti konuştuk sonra. Bizim sevgili mahallemizin asıl içyüzünü öğrenmek, bize hiç de yaramadı. Memlekete bir an evvel dönmeye karar verdik.
Allah nasip ederse!
Hikaye : Hasan Kayhan